Varoluşçu yaklaşımın temsilcisi kimdir ?

Emirhan

New member
Varoluşçuluğun Temsilcisi: Jean-Paul Sartre ve Hikayenin Ardında

Bir gün bir arkadaşım bana şöyle demişti: “Hayat bazen o kadar karmaşık ki, bir çözüm bulmaya çalışırken başka bir problemle karşılaşıyoruz. Ama bazen tüm bu karmaşıklıkla yüzleşmek gerekir, tıpkı varoluşçuluğun sunduğu gibi… Peki, ya her şey bizim seçimlerimize bağlıysa?” O günden beri bu soru kafamda dönüp duruyor. Belki de varoluşçuluğu tam anlamıyla keşfetmek için önce onun içindeki mücadeleyi, o derin ve kişisel soruyu keşfetmek gerek.

Şimdi, bir hayal kuralım. Düşünce dünyasında, Jean-Paul Sartre ve varoluşçuluğun güçlü izlerini bulacağımız bir hikaye anlatacağım. Düşünün, bir gün Sartre ve onun felsefesi, iki farklı karakterin hayatlarına nasıl dokunur? Bunu birlikte keşfetmeye başlayalım.

Başlangıç: İki Farklı Dünya, Aynı Soru

Paris’in soğuk bir akşamında, öğrenciler bir kafede toplanmıştı. Kafenin kalabalığı, her biri kendi dünyasında kaybolmuş, ama yine de topluca bir şeyler konuşuyorlardı. Bir masada, Julie ve Marc, ellerinde sıcak kahveleriyle bir konu üzerinde tartışıyorlardı. Her ikisi de felsefeye ilgi duyan, farklı bakış açılarına sahip iki eski arkadaştı.

Julie, hayatı anlamlandırma konusunda hep derin düşüncelere dalar, insan ilişkilerinin ve bireysel seçimlerin dünyasında kaybolurdu. O, insanların ne hissettiklerini ve neye ihtiyaç duyduklarını anlama konusunda bir yeteneğe sahipti. İnsanların vicdanlarını, içsel duygusal dünyalarını anlamak, Julie'nin dünyasının temel taşlarını oluşturuyordu. Hayatın, her birey için bir anlam arayışı olduğunu savunur, ancak bu anlamın her birey tarafından farklı bir şekilde yaratıldığını düşünürdü.

Marc ise daha çok çözüm odaklıydı. İş dünyasında başarılı bir kariyeri olan Marc, hayatı stratejik bir bakış açısıyla ele alırdı. İleriye dönük planlar yapar, her adımda mantıklı bir çözüm arar, duygusal karmaşalardan ziyade somut hedeflere yönelirdi. Felsefi tartışmalarda ise her zaman daha analitik bir bakış açısı benimserdi.

Bir gün, Julie ve Marc, Sartre'ın varoluşçuluk üzerine yazdığı "Bulantı" adlı kitabı tartışıyorlardı. Sartre, insanın varoluşunun bir anlam taşıması gerektiğini ancak anlamın her birey tarafından yaratılması gerektiğini savunuyordu. Bu felsefe, bir yanda bireyi özgürleştirirken diğer yanda derin bir sorumluluk yükleyebilirdi. Marc ve Julie, kitabı okurken Sartre’ın sözlerini kafalarında farklı şekilde şekillendiriyorlardı.

Julie'nin Perspektifi: İnsanlık, Sorumluluk ve Empati

Julie, bir an için Marc’a döndü ve şöyle dedi: "Sartre, insanın özgürlüğü ve sorumluluğunu kabul etmesini istiyor. Ancak bana kalırsa, bir insanın sadece kendi özgürlüğüyle değil, aynı zamanda başkalarının özgürlüğüyle de hesaplaşması gerekiyor. Toplumda bir etkileşim var ve insanın varoluşu yalnızca bireysel değil, toplumsaldır."

Julie'nin söyledikleri, Marc'ı biraz şaşırttı. O, hep çözüm arayarak hayatını şekillendiriyordu; ancak Julie'nin bahsettiği bu empatik yaklaşım, başka insanların da kendilerini bulmalarına yardımcı olmayı gerektiriyordu. Oysa Marc için varoluş, biraz daha stratejik bir düşünme biçimiydi. Yani, insanın kendi kaderini tayin etme yeteneği çok önemliydi, ancak başkalarının varoluşunu da göz önünde bulundurmak, bir sorun yaratıyordu.

Julie, Sartre’ın varoluşçuluğunun, insanları içsel bir hesaplaşmaya ittiğini vurguladı: "Hayatın anlamı, aslında her bireyin kişisel seçimlerine bağlıdır. Ne düşündüğümüz, nasıl hissettiğimiz, birbirimize nasıl davrandığımız – hepsi bizim seçimlerimize dayanıyor."

Marc, bir an duraksadı. Julie'nin söylediklerini anlamaya çalışıyordu, ancak Sartre’ın düşüncesinin onu nasıl bir sorumluluğa ittiğini tam olarak kavrayamıyordu.

Marc’ın Perspektifi: Özgürlük, Seçim ve Strateji

Marc, Sartre’ın fikirlerini başka bir açıdan ele almayı tercih etti. “Evet, Sartre özgürlüğü çok vurguluyor, ama bana kalırsa özgürlük sorumluluğu beraberinde getiriyor. İnsan, seçim yaparken, o seçimlerin sonuçlarına katlanmak zorunda. Bu dünyada her şeyin bir nedeni, bir sonucu var. Özgürlük, aynı zamanda bu sonuçları kabul etme cesaretini gerektiriyor. Başkalarına zarar vermeden, kendi hayatımızı şekillendirmek, tüm bu seçimleri dengelemek zorundayız.”

Julie ve Marc, Sartre’ın varoluşçuluğu hakkında derin bir sohbet yaparken, ikisi de farklı bakış açılarına sahip olmalarına rağmen bir noktada birleşiyorlardı: İnsanlar, varoluşlarını anlamak ve onlara bir anlam kazandırmak için birbirlerinden öğrenmeliydi. Marc, bir çözüm bulma çabasında, hayatın anlamını stratejik bir şekilde şekillendirmeyi savunsa da, Julie, empati ve ilişkiler üzerinden insanın kendi anlamını inşa etmesi gerektiğini savunuyordu.

Sartre ve Varoluşçuluk: Hem Bireysel Hem Toplumsal Bir Hesaplaşma

Hikayenin sonunda, Julie ve Marc, Sartre’ın varoluşçuluğunun her bireyin kendi varlığını sorgulaması gerektiğini kabul ediyorlardı. Ancak, bu sorgulamanın hem bireysel hem de toplumsal bir sorumlulukla bağlantılı olduğuna dair bir ortak noktada buluştular. Varoluşçuluk, sadece bireysel seçimlere dayanmaz; aynı zamanda başkalarının varlığını da dikkate almayı gerektirir. Sonuçta, insanın varoluşu, sadece kendi yolculuğu değil, aynı zamanda çevresiyle olan etkileşiminin bir ürünüdür.

Sizce, Sartre’ın varoluşçuluğu, bu dünyada sadece bireysel bir özgürlük mü yoksa toplumsal bir sorumluluk anlayışını da mı içeriyor? Hayatınızda Sartre’ın düşüncelerini nasıl bir şekilde uyguluyorsunuz?